KAYBOLAN MİMARİ KİMLİĞİMİZ
- N.A.
- 7 Mar 2018
- 3 dakikada okunur

Neden hep tarihi yapılara bakarken ; "Yeni yapılarda ruh kalmamış, her yer beton oldu, yeşile hasret kaldık." gibi cümleler kuruyor, duyuyor, düşünüyoruz?
Belki birçok kişi bu soruyu kendine sormuştur. Belki de daha önce bu konu hakkında hiç detaylıca düşünmemişsinizdir. Ben de İstanbul gibi kalabalık bir şehirde yaşayıp bu soruyu sormadan edemeyenlerdenim... Fakat hem bu soruyu sorup, hem çözüm arayanlardanım. Rahmetli Turgut Cansever'in bahçeli konut önerisi uygulansaydı nasıl olurdu? Gelecekte gerçek bir çözüm bularak İstanbul'u yalnızca belirli bölgelerde iş olanaklarının yoğunlaştığı bir şehir olmaktan kurtarıp, insanların uzak ilçelerden sırf eğitim / iş için belirli bölgelere trafik çilesini yaşadığı yollardan gidip gelmesi yerine; bu uzak ilçelerin de kendi içlerinde eğitim / iş imkanlarını barındırdığı bir sisteme sahip olması ve bu homojen dağılım sayesinde yapıların da İsmet Özel'in deyimiyle "çok katlı modern mezar" olmaktan çıkarak, bahçeli konut önerisine uygun şekilde inşa edilmesi şehrin o özlenen ruhunu canlandırabilir mi?
Bu soruyu ve çözümleri neden sunduğum şununla alakalıdır ki, şehirlerin, semtlerin, mahallelerin mimarisi, o bölgelerde yaşayan biz insanların psikolojisini derinden etkilemekte. Buna kanıt olarak sizlere yapılan araştırmalardan ziyade edinilen tecrübeleri aktarmayı tercih ederim. Çoğu kişi bilir ki yeşillik insanı rahatlatır, huzurlu hissetmemizi sağlar. İnsanın yapısı yeşilde huzur bulan bir kanun üzere yaratılmıştır. Fıtratımız böyle olduğundan yeşilin bol olduğu yerde kaldığımız zaman uykumuzu daha iyi alırız, daha mutlu oluruz zira bu bizim için bir ihtiyaçtır.
Peki ilk başta değindiğim tarihi yapılar mevzusuna geçiş yapar isek;
Yaşadığımız, bir parçası olduğumuz bu coğrafyada bulunan tarihi yapılar genellikle Osmanlı döneminde inşa edilmiş olan yapılardır. Gerçekten bu tarihi yapıları ziyaret ettiğimizde veya bahçelerinde dolaştığımızda, hatta önlerinden geçince dahi o manevi havayı hissedebiliyor, huzuru bulabiliyoruz. Peki önünden geçtiğimizde dahi bizi bu kadar etkileyen yapıları inşa edebilen bir toplum nasıl oldu da böyle "ruhsuz" diye tabir edilen binalar ortaya çıkaran bir topluma dönüştü? Gelin biraz bunun üzerinde düşünelim...
Biraz eskilere gidelim ve İstanbul'un fethinden itibaren besmele ile başlayalım. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u fethettiği zaman İstanbul farklı dini inançlara sahip bir toplumun şehriydi. Ve Fatih Sultan Mehmet bu şehre Müslüman olan kendi halkını getirip yaşamalarını sağlamak için, eğitim, ibadet ve diğer toplumsal ihtiyaçları karşılayacak yapıları en hızlı şekilde var edebilmek için, orada bulunan kiliseleri yıkıp yerlerine yeni baştan camiler, medreseler yapmadan; -gerçekten en mantıklı ve hızlı çözüm ile- var olan yapıların da saygınlığını bozmadan onları dönüştürdü. Kimisine minare ekleyerek camiye çevirdi, kimisini medreseye, kimisini de yanlarına ek binalar yaparak kompleks olarak kullanabildi.
Bu düşünce sistemi diğer padişahların dönemlerinde de süregeldi. Bilindiği gibi Osmanlı, farklı inançlara ve kültürlere de saygı ile yaklaşmış ve hatta farklı kültürlerden etkilenerek kendi varlığını zenginleştirmiştir. Mimaride de, mevcut yapıların korunup Osmanlı tarzında yeni eklemelerle kullanıma açılması sayesinde kendine has bir mimari ortaya çıkmıştır. İlginçtir ki Osmanlı gibi bir İslam devletinin mimarisinin köklerini fethedilen yerlerin gayrimüslim halkının mimarisinden esinlenmeyle oluşturmuştur.
Günümüze yeniden bakacak olursak, bulunduğumuz coğrafyadan ve batının mimarisinden etkilenmememiz mümkün değil. Fakat etkilenirken biz batı halklarının kendi inancına, kendi normlarına göre şekillendirdiği mimariyi kopyala- yapıştır mı yapıyoruz? Yoksa tıpkı Osmanlı gibi etkilendiğimiz hususlara kendi inanç ve düşüncelerimize göre eklemeler yaparak mı kullanıyoruz?
Bana soracak olursanız, işlerimizi kopyala - yapıştır zihniyetine göre yapıyoruz; ki bu yüzden ülkemizde, şehirlerimizde gördüğümüz yeni ve modern yapılar bize bu kadar eğreti ve ruhsuz geliyor. Çünkü bu bizim kimliğimizi yansıtmıyor, aidiyet duygusu oluşturmuyor. Bu yapılarda bulamadığımız huzuru, bir Osmanlı evinin önünden geçerken tadıyoruz. Buna rağmen bize ait olmasa da batı mimarisini almadan nasıl ilerleyeceğiz?" demekten kendimizi alamıyoruz. Bunun çözümü belki de her bireyin kendi özüne bakarak, kendi kimliğini keşfederek, inancını ve isteklerini sorgulamasıyla başlayabilir. Kendini tanıyan insan, kendini yansıtan şehirler tasarlayabilir.
Evet artık Osmanlı zamanındaki gibi bir toplum değiliz. Önceliklerimiz, gündemimiz, yönetimimiz, hayatımız farklı. Fakat o zamanda başarılan işlere bakarak hayıflanmak yerine örnek alarak ve üstüne kendi kimliğimizi, kendi inancımızı katarak yaşadığımız yerlerin güzelleşmesini sağlayabilir, Allah'ın emanet olarak verdiği bu dünyaya güzel izler bırakabilir umut verici başlangıçlara doğru adım atabiliriz.
Görüldüğü üzere hayatımızın her alanına tesir eden en önemli sorun, insanımızın kendi özünü ve kimliğini unutmasıdır. Buna sebep olan şeylerden belki de en önemlisi de inanç dünyasının zayıflamasıdır. Osmanlı'da bize tesir eden şey dönemin "zarafeti", "estetik kaygısı" ve bizi biz yapan özelliklerin her alanda dikkate alınmasıdır. Örneğin Müslüman ailelerin evlerinde bulunan balkonların tasarımı ile gayrimüslim ailelerin balkon tasarımı dahi farklılık arz etmiştir. Özünü, isteklerini iyi tahlil eden insanların yaptığı eserlerde kendilerinden izler barındırdığı düşünülürse, günümüzdeki yapıların ruhsuzluğunun sebebi belki de insanların manevi zayıflığıdır.
Şehirlerimizin, evlerimizin güzelleşmesi, bize huzur vermesi için öncelikle kendimizi tanımalı ve yaptığımız her işi kendi ruhumuzdan bir şeyler katarak yapmalıyız.
İnananlar olarak her alanda kaybettiğimiz Müslüman kimliğimizi bulmamız duasıyla...
(Fotoğraf:Ebubekir Şimşek)
Comments